Ayrılmaz İkili Kuram ve Pratik

Ayrılmaz İkili Kuram ve Pratik

Geçtiğimiz günlerde sosyal bilimlerde “kuram-pratik” ikileminin nasıl yanlış anlaşıldığı üzerine oldukça düşündürücü bir tartışmaya şahit oldum. Bu tartışma, kuram kavramının toplumda genellikle yanlış yorumlandığı ve sosyal bilimlerde sağlam kuramsal temellerin pratik sorunların çözümünde kritik bir rol oynadığı üzerineydi. Bu konu beni oldukça etkiledi ve bu konuda kendi düşüncelerimi paylaşmak istedim.

Sosyal bilimler, doğa bilimlerinden farklı olarak gözlemlenemeyen yapılar (empati, güven, sosyal normlar) ve çok katmanlı nedenselliklerle (kültür, ekonomi, bireysel motivasyon) mücadele eder. Örneğin, bir toplumdaki “güven” kavramını doğrudan ölçemeyiz; ancak anketler, gözlemler veya ekonomik iş birliği verileri gibi dolaylı göstergelerle analiz edebiliriz. Bu belirsizlik, bazılarını kuramı “gereksiz” bulmaya itse de aslında tam tersi geçerlidir: Karmaşık sosyal olguları anlamak, deneysel verilerle beslenen sağlam teorik çerçeveler olmadan imkânsızdır. Örneğin, Davranışsal İktisat, psikolojik teorileri (bilişsel önyargılar) ekonomik uygulamalarla birleştirerek “Nudge” (dürtme) gibi politikalar geliştirmiştir. Bu disiplin, kuram ve pratiğin iç içe geçtiğinin somut bir kanıtıdır. Benzer şekilde, Pierre Bourdieu’nun alan1 ve habitus 2teorileri, toplumsal eşitsizliklerin kökenlerini açıklayarak eğitim ve kültür politikalarında dönüşüme öncülük etmiştir.

Karmaşık sistemler veya dijital sosyoloji gibi yeni alanlarda, kuramlar bazen spekülatif fikirlerle karıştırılabiliyor. Örneğin, “büyük veri” devriminin başlarında, bazı araştırmacılar veri madenciliğinin teorik çerçevelere ihtiyaç duymadan sosyal sorunları çözeceğini iddia etmişti. Oysa veri analizi, ancak teoriyle anlam kazanır. Thomas Kuhn’un Bilimsel Devrimlerin Yapısı‘nda vurguladığı gibi disiplinler ancak paradigmalarını test edip olgunlaştırdıkça ilerleyebilir. Bu noktada, transdisipliner araştırma devreye giriyor. Örneğin; insani gelişmişlik, hukuk gibi küresel sorunlar, sosyologların, ekonomistlerin ve doğa bilimcilerin ortak teorik modeller geliştirmesini ve bunu sosyal dünyada deneyimlerle işbirliğini gerektirir. Bu süreçte, teori ve pratik arasında dinamik bir etkileşim oluşur: Teoriler uygulamayı şekillendirir, uygulamadan gelen veriler ise teorileri revize eder.

Bunun yanı sıra kuramların kamuoyuna yanlış aktarılması, bilime olan güveni zedeleyebilir. Evrim teorisinin “maymundan gelme” şeklinde basitleştirilmesi veya iktisadi modellerin “piyasalar rasyoneldir” gibi dogmalara dönüştürülmesi, teori ile gerçek dünya arasında uçurum yaratır. Burada sorun, iletişim dilinden kaynaklanır. Nobel ödüllü fizikçi Richard Feynman’ın dediği gibi: “Bir şeyi basitçe açıklayamıyorsanız, onu yeterince anlamamışsınızdır.” Sosyal bilimlerde bu ilke daha da kritiktir. Gereksiz jargon kullanımı ise çoğu zaman teorik zayıflıkları gizleme aracına dönüşür.

Kendi akademik tecrübelerimden de yola çıkarak rahatlıkla söyleyebilirim ki akademik dünya her zaman bilimsel yöntemi ve bilgi üretimini saf haliyle temsil etmiyor. Bu durum, akademinin kimi zaman politik dengeler, yayın baskıları ve kurumsal hiyerarşiler nedeniyle bilimsel çalışmaları yönlendirebildiğini, hatta bilimsel titizliğin bu yapıların gölgesinde kalabildiğini gösteriyor. Ayrıca, Batı merkezli teorilerin evrenselmiş gibi sunulması, diğer kültürlerdeki sosyal dinamikleri göz ardı eder. Bu durum, epistemolojik çeşitliliği zedeler ve teori-pratik uyumsuzluğunu derinleştirir. Burada bana göre çözüm, refleksivite (araştırmacının kendi konumunu sorgulaması) ve etik metodolojik standartların benimsenmesidir. Örneğin, grounded teori metodolojisi3, araştırmacının “tarafsızlık” mitini reddederek araştırmacıyı bağlama dahil ederek çalışmanın sürdürülmesini önerir. Bu noktada, bilimin gerçek doğasının kurumlar üstü olduğunu hatırlamamız gerekiyor. Bilimsel yöntem; bağlam, şeffaflık ve sınanabilirlik ilkeleriyle işler ve bu ilkeler kişisel çıkarların, akademik prestij kaygılarının ya da içsel rekabetlerin üzerinde tutulmalıdır. Aksi halde, bilimin toplumla kurduğu güven ilişkisi zedelenir ve ortaya konan kuramlar, daha en başından zayıf temellere dayanır. Dolayısıyla bilginin üretim sürecinin kendisi de etik, metodolojik ve kurumsal olarak sürekli gözden geçirilmeli, bilimsellik ile akademik düzenin ayrımına dair daha yüksek bir farkındalık geliştirilmelidir.

Özetle kuram ve pratik arasındaki ilişkiyi şu şekilde yeniden tasarlayabiliriz;

  1. Örnek Odaklı İletişim: Teoriler, somut örneklerle (örneğin, gelir eşitsizliği ve sosyal hareketler ilişkisi) anlatılmalı.
  2. Dijital Çağa Uyum: Büyük veri ve yapay zeka, sosyal teorileri test etmek için kullanılabilir. Örneğin, ağ teorisi, sosyal medya etkileşimlerini analizde işlevseldir.
  3. Toplumsal Katılım: Vatandaş bilimi (citizen science) projeleri, teori üretimine halkın katılımını sağlayarak güveni artırır.

Sonuç olarak, kuram ve pratik arasındaki ilişkiyi kavramak ve bu ikiliyi birbirinden ayrı düşünmemek, bilimsel düşüncenin gelişmesi ve toplumun genel bilincinin artması açısından büyük önem taşıyor. Ben de çalışmalarımı bu bilinçle sürdürmeye devam ediyorum ve sizlere de bunu dilerim.

  1. İnsanların arzu edilen kaynakların peşinde manevra yaptığı ve mücadele ettiği herhangi bir tarihsel, homojen olmayan toplumsal-mekansal alan ↩︎
  2. İnsanların dünyayla nasıl etkileşime girdiğini yöneten beceri ve sosyal kaynaklar kümesini tanımlar. Farklı ortamlardan gelen insanlar için farklı habituslar vardır ve her habitus kendi bilgi ve beceri setiyle birlikte gelir. Bu, eşitsizliğin devam etmesine yol açabilir ↩︎
  3. Günbayı, İ., & Aşkun, V. (2023). Grounded Teori ya da Temellendirilmiş Kuram, Gömülü Teori, Kuram Oluşturma vs. Kullanımı Adına Yol Haritası. İnönü Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 24(3), 1671-1697. https://doi.org/10.17679/inuefd.1331239 ↩︎

Buralarda Paylaş

Yorum gönder

You May Have Missed